Ege’de bir köy, Ege’den bir sadrazam
Ege Denizi kıyıları, uygarlığın ilk yükseldiği yerlerden olan bu topraklar farklı zamanlarda nice olağanüstü olaylar yaşadı.
Nice sıra dışı insanlar yetişti bu poyrazlı denizin kucağında.
Dünyayı değiştirdiler onlar.
İnsanlığı değiştirdiler.
Toplumsal gelişmelerde köklü izler bıraktılar, onlara tanık oldulsr.
İşte bunlardan biri Ayvalık-Altınova-Dikili karşısında, Midilli Adası’nda doğmuş, büyümüş ve Osmanlı Devleti’nin yönetiminde uzun yıllar etkili olmuş Hüseyin Hilmi Paşadır.
Hüseyin Hilmi Paşa 1855-1923
***
Hüseyin Hilmi Paşa Osmanlının son ve kritik zamanlarında Sadrazamlık yapmış önemli bir Devlet adamıdır
1909 yılında, II.Abdülhamit döneminde 14 Şubat ile 13 Nisan arasında, V.Mehmet (Sultan Reşat) zamanında 5 Mayıs ile 28 Aralık arasında Sadrazamlık (Başbakanlık) yapmıştır.
Osmanlı ülkesinin en fırtınalı yıllarında, yıkılışa giden anlarda iki kez, toplam on altı ay altı gün Devleti yönetmiştir.
İlginç bir kişilik olduğu gibi Osmanlının sarsıntılı günlerde kritik kararların sahibidir.
***
Bir Rum ve Türk Çocuk- 1900’ler
Hüseyin Hilmi Paşa koyu mavi Ege Denizinin gümüş adası, Midilli doğumludur.
Türkler Ada’ya ve en büyük yerleşim yerine aynı adla Midilli, Rumlar Ada’ya Lesvos, merkezine Mitilini, der.
Hüseyin Hilmi Ada’nın merkezi Midilli kentine uzak olmayan Sarlıca-Sarı Ilıca, bugünkü Thermi yerleşiminin köyü (Osmanlı’da “karye”) Şiryane’de, 12 Rebiülevvel 1272’de (Eylül 1855) Dünya’ya geldi.
Thermi yöresi Batı Anadolu’nun, Altınova-Ayvalık’ın tam karşısındadır.
Osmanlının Midilli Adası’nda yerleşim yerleri “büyük, orta, küçük” olarak sınıflandırıyordu. Şiryane “küçük” olarak nitelendirilir.
Nedir bu sözcüğün anlamı?
Şiryan Arapça “işaret parmağıyla başparmak arasındaki damar demektir”.
Van gölüne yakın bir dağın ve Sivas’ta Osmanlı zamanında bir nahiyenin de adıdır.
Ancak Osmanlı kayıtlarına adı Şiryana olarak geçen köye/karyeye Rumlar Siviana diyordu.
Rumcada da bir anlamı yoktur. İsim eski çağlardan kalma olmalı.
Muhtemelen Şiryane adı Siviana adından dönüşmüştür.
Midilli’de Şiryane ve Ege Denizi. Foto: S.Balaskas
***
Midilli Adası’nda bugünkü Thermi; Pyrgos (Tepe), Loutra (Ilıca) ve Paralia (Sahil) mahalleleri olmak üzere geniş bir alanı kaplıyor.
Siviana, Thermi’nin tepelik kısmına (Pyrgos-Thermi’ye) yakın, zeytinlikler içinde, aşağıda Anadolu’ya da bakan muhteşem bir manzara ile denizi görür.
Çevrede eski çağlardan kalan kalıntılar,eski Siviana’nın izleri vardır.
Üzeri yazılı silindirik bir sunak, Thermi yöresinde çok rastlanan tanrıça “Termis Artemis” izleri antik çağda ona olan inancının yaygınlığına işaret ediyor.
O zamanlar; sıcak sularla, ılıcalarla ilgili olduğuna inanılan; avcılık, doğa, iffet tanrıçası Artemis’in Thermi sahilinde ünlü bir tapınağı varmış.
İ.Ö.12.yüzyılda batıdan doğuya olan büyük ve yıkıcı göçler sırasında Midilli Adası’na ve Batı Anadolu kıyılarında Şakran’la Edremit Körfezi arasına Helenlerin “Aiol“ (Eyol) boyu gelip yerleşmiş.
Yeni gelenlerin, Aioller’in yerleşiklerle karışan kültüründen Sappho gibi lirik şiirin yaratıcısı, eşsiz bir kadın şair, içki şarkılarının “kitara” ile ilk söyleyicisi Terpander gibi müzisyenler yetişmiş
Siviana da böyle eski bir yerleşim olmalı. Daha yukarıdaki bir tepede Sybeiana adlı bir yerden daha söz ediliyor.
Siviana-Şiryane antik çağ kalıntıları Foto: S.Balaskas
***
Aslında Thermi’de, Aioller/Helenler/Yunanlılardan, tarihsel zamanlardan önce de insanlar yaşıyordu.
Ilıca yakınında bugün “Thermi” adıyla tanımlanan arkeolojik sit alanı, o gizemli geçmişin nefesini günümüze aktarıyor.
Anadolu’nun tam karşısında, deniz kıyısında olan bu yerleşimin kökeninin İ.Ö.3200’lere kadar gittiği saptanmış.
Ne eski!
Bu izler Thermi’nin, yalnız Midilli Adası’nın değil; kuzeyde Limni adasında “Poliohri”, Çanakkale batısında “Troya”, Ege Denizi Kıyılarında bulunan prehistorik/tarihöncesi yerleşim birimlerinden biri olduğu belirtiliyor.
Prehistorik Thermi
Yapılan arkeolojik kazılardan; başlangıçta etrafında surları olmayan bu yerleşimde barışçıl bir toplumun yaşadığı, zamanla korunmak için çevresinin duvarlarla örüldüğü anlaşılıyor.
İ.Ö.12.yüzyılda, muhtemelen o zamanın dünyasının alt üst olduğu “Kavimler Göçü” yıllarında büyük bir yangın sonucu tahrip edilmiş.
Yörede ılıca olarak kullanılan sıcak su kaynaklarının bulunması, yerleşimin verimli bir küçük ovayla çevrili olması bu yeri, Ege Denizi kıyısında, insanlık için ilk önemli kentlerinden biri yapmış.
Midilli Adası ve Batı Anadolu kıyılarının eski bir haritası
Ada’nın doğu kıyısında, neredeyse Anadolu ile yanak yanağa olacak yakınlıkta bulunan Thermi Batı Anadolu ile Midilli arasındaki bağlantı noktası olmuş.
Daha sonra saldırlar sonucu yakılması, kıyıda deniz erezyonu nedeniyle yaşamın zorlaşması sonucunda kent zamanla terk edilmiş.
Yüzyıllar geçtikçe Thermi çevresi, bereketli ve kullanışlı konumuyla yeniden insanların ilgisini çekmiş, toparlanmış.
İşte böylesine geçmişi büyüleyici bir çevrede doğmuş Hüseyin Hilmi Paşa.
***
Muhtemelen Bizanslılar tarafından yaptırılan Cenevizliler tarafında geliştirilen, Osmanlılar tarafından güçlendirilen Midilli Kalesi
Midilli Adası uzun yıllar Romalılar, Bizanslılar tarafından yönetildikten sonra 1355’de Cenevizli Gattilusio ailesinin eline geçmiş.
Denizci Cenovalı ve Venedikli İtalyanlar cirit atıyormuş o zamanlar Akdeniz kıyılarında. Akdeniz’de ticareti ele geçirmişler. Üsler kurmuşlar kıyılarda.
Bu dönemde yöredeki çiftçilik işlerini denetlemek, sıcak sulardan yararlanmak için Midilli’de yaşayan varlıklı kişiler Thermi’de yazlık konutlar inşa etmişler.
Ancak yaşadıkları yer korsan baskınlarına, eşkıyalara karşı savunmasız olduğu için, kendilerine Ortaçağ Şatolarına benzeyen 2-4 katlı, korunaklı evler yapmışlar.
Bu binalara“Pyrgos”, daha sonra gelen Türkler “Kule” demiş.
Midilli Themi Pyros’da Kule tipi evler
Batı Anadolu’da çok katlı bağ evlerine bugün bile “Kule” deniyor.
Thermi’de bu kulelerin alt katında bir tek giriş varmış. Tahıl ambarı ve su ihtiyacını karşılayacak sarnıçlar buradaymış.
Kalın taş duvarlarında saldırıya karşı silah atış mazgalları bulunuyormuş.
Üst kat,“bağdadi”(yatay tahta çıtalarını arasının çamur ve kargı parçalarıyla doldurulmasıyla ve sıvanmasıyla elde edilen) duvarlarla ve “şahniş” denen çıkıntılarla genişletilmiş, yaşam alanı haline getirilmiş.
“Şahniş” eski Türk evlerinde sokağa ya da avluya bakan odalara dışa doğru eklenen, üç yanı pencereli çıkıntı yerdir. Böyle evler yapmak zamanla Rumlar ve Levantenler arasında da yaygınlaşmış.
Daha sonraları güvenlik sorunu çözülünce Kulelerin üst katlarındaki pencereler genişletilmiş.
Türklerin, sarı sıcak sularından dolayı Sarlıca dediği Thermi’deki en eski Kule 1647 yılına tarihleniyor. Nynyas adlı bir zengine aitmiş.
Bugün Termi/Sarlıca civarında çoğu 19.yüzyıldan kalma, bir kısmı restore edilmiş 160 kulenin bulunduğu bildiriliyor. 18.yüzyılda 300 tane varmış.
Sıcacık sular içinde zeytinlikler ve yeşil bahçelerle süslü yörede kim yaşamak istemez ki?
Kuzeyden esen nemli poyraz yaz günlerinin serinleticisi olmalı!
Midilli Themi Pygros’da Kule tipi evler
***
Osmanlının son dönemlerinin ünlü ve etkili Devlet Adamı Hüseyin Hilmi Paşa Şiryane/Siviana köyünde belki böyle bir Kulede doğdu.
Babası Mustafa Efendi, Şiryane ve Sarlıca/Thermi’de bakkallık da yapan bir tüccardı.
Muhtemelen gidip gelmesi çok kolay, karşı sahildeki Ayazmend/Altınova ile yapıyordu alış verişi.
Ada’nın ünlü zeytinyağı ve şarapları, Bakırçay ovasının bol tahılı, karşıda Bergama’dan Anadolu içlerine uzanan yollar, denizden başkent İstanbul’a ulaşmanın kolaylığı bu yöreyi ticaret yapmaya uygun hale getiriyordu.
Varlıklıydı olmalıydı ve muhtemelen böyle bir Kuleye sahipti. Ailesi ile orada yaşıyordu.
Türklerin de Rumlarla birlikte yaşam alanı olan bir yerdi yöre.
O günden bugüne kalan izlerden biri Şiryane’de, 1717 yılından kalma bir çeşmedir.
Kitabesinde “Maşallah” yazdıktan sonra “Muhammed Ali” adlı varlıklı bir kişi tarafından “hayrat” olarak yaptırıldığı yazılıdır.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın babası Mustafa Efendi ve soyu Kütahya’dan Midilli’ye iskân edilmişti. Bu nedenle Kütahyalızade olarak da anılıyordu.
Selçuklu, Osmanlı, Türkiye’nin “iskân” politikası 1071’den itibaren doğudan batıya, 1922’den sonra batıdan doğuya doğru olmuştur.
Bazı kaynaklara göre Mustafa Efendi “Molla”olarak da anılıyordu. Öyleyse iyi bir din eğitimi almıştı ve yörenin ileri gelenlerindendi.
Şiryane-Thermi’deOsmanlıdan, 1717 yılından kalmış bir çeşme. Foto: S.Balaskas
***
Mustafa Efendi’nin, 1855’de Şiryane’de doğmuş oğlu küçük Hüseyin Hilmi ilk eğitimini köyünün bağlı olduğu Sarlıca’daki Sübyan Mektebinde, İlk Okulda tamamladı. Küçük Şariyane köyünde/karye’sinde okul yoktu.
Eldeki ender kayıtlara göre 1884 yılında Sarlıca’da hoca Rüstem Efendinin eğitim verdiği 30 Türk öğrenci vardı.
Sarlıca’daki okulda öğretmeni Hüseyin Hilmi’ye o zamanın ayrıcalıklı dili “Arapça”nın dilbilgisini, “sarf”ı okuttu.
Arapça dinin diliydi. Din toplum hayatın temeliydi! Her şeydi!
İslam’ın Kutsal Kitabı “Kur’an-ı Kerim”i doğru okumak ve anlamak için Arapça iyi öğrenilmeliydi.
Türkler için öğrenmesi zor Arapça eğitimine “sarf”; “emsile, binâ, maksud” denen üç aşamayla başlıyordu.
Osmanlı zamanında medreselerde Arapça öğrenirken, “binâ” aşamasını geçmekte zorlanırdı öğrenciler.
Dersi geçemeyince bu zorlu bölümü baştan alır, tekrar okurlardı. Hatta bununla ilgili bir de özdeyiş vardı:
“Bizim oğlan binâ okur, döner döner yine okur”.
Tabii ki Ege sularının zeki çocuğu Hüseyin Hilmi “binâ”yı tekrarlamadı, aştı.
Molla babası ileri görüşlü bir kişi olmalıydı, oğlunun eğitimli bir insan olmasını istiyordu.
Hocası, babası Mustafa Efendi’ye; kendi bilgisinin zeki çocuğa daha fazla bilgi vermeye yeterli olmadığın söyleyerek onun Ada’nın merkezi Midilli’ye gönderilmesini önerdi.
Kütahyalızade Molla Mustafa Efendi eğitimi için oğlunu 10 km güneydeki, Ada’nın merkezi Midilli kentine gönderdi. Yıl 1870, Hüseyin Hilmi on beş yaşındaydı.
Artık delikanlılığa yavaş yavaş ilerliyordu “o”.
Midilli’de Yani Cami
Kentte, kayıtlarda “Camii Kebir-Büyük/Ulu Cami” olarak anılan, muhtemelen bugün harap, restore edilmeyi sabırsızlıkla bekleyen “Yeni Cami”yanındaki “Hacı Muhammed Ağa” tarafından inşa edilmiş Müftülük Konutu/Medresesinde Arapça öğrenimine devam etti.
Medresede, ileri Arapça “nahv”, “cümle bilgisi” okudu.
Bizans ve Osmanlı mimari ögeleriyle bezenmiş zarif Yeni Cami 1825 yılında Nazır (o zamanlar Ada yöneticilerine de Nazır/Bakan deniyordu) Kulaksız Mustafa Ağa tarafından kent çarşısında özenle yapılmış göz alıcı bir binaydı.
Cami, daha önce muhtemelen Cenevizliler tarafından inşa edilmiş “Vaftizci Yahya” (John Babtist) kilisesinin yerine yapılmıştı. 1867’de ki şiddetli depremde zarar görmüş, sonra onarılmıştı.
Caminin karşısına, çarşı sokağının öbür yanına, günümüzde restore edilmiş ayakta duran bir Hamam yaptırmıştı Kulaksız Mustafa Ağa.
Bu ortamda Midilli Rüştiyesini (Ortaokulunu) de bitiren Hüseyin Hilmi özel Fransızca ve Fıkıh dersleri aldı. Ailesi eğitimini sürdürecek kadar maddi destek veriyordu demek.
***
19. yüzyıl sonu Midilli kenti çarşısı-arkada Ulu Cami
II.Abdülhamit zamanında Osmanlı Devleti, işlerinin düzgün yürümesi için gerekli memurları yetişmek üzere, eğitimi özellikle destekliyordu.
Gittikçe güçlenen Avrupa karşısında Devleti’ni ayakta tutmak için yetkin memurlar da gerekliydi.
Hüseyin Hilmi 1873’te, henüz 22 yaşında, Doğu Ege Adalarını kapsayan “Cezayir-i Bahri Sefid” (Akdeniz Adaları) Eyaletinin “Adliye Komisyonu” tarafından Girit’te yapılan sınava girdi. Osmanlı Devleti’nden “Birinci Sınıf Dava Vekilliği” (bir tür hukukçu, avukat) diploması aldı.
Ertesi yıl ilk memuriyetine Midilli Mutasarrıflığı (Ada’nın Mülki Amirliği) “Tahrirat Kaleminde” (Yazı İşleri Müdürlüğü-Devlet yazışmalarını yürüten ofis) başladı. Bu görevden ücret almıyordu.
Ardından 1875’de,“Gezici Emlak Kayıt Memurluğuna”, aynı yıl “Midilli Emlak DairesindeKatipliğe (Yazmanlığa)”, 1876’da aynı dairede “Baş Katipliğe”yükseltildi.
Artık maaş alıyordu yeni memur. Aldığı ücret sırasıyla, o zamanın parasıyla 235,300, 700 gümüş kuruştu.
1 gümüş kuruş 1,24 gr ağırlığındaydı. Mayıs 2024 itibariyle 1 gr gümüş 30.7 TL olduğuna göre, bu maaşların karşılığı bugünün parasıyla 7.214, 9.200, 21.490 TL idi.
***
O yıllarda Osmanlının beş yüzyıllık düzeni, Avrupa’da kapitalizmin hızla gelişip, emperyalizme evrildiği ortamda artık çağın gereklerine yanıt vermiyordu.
Sanayi Devrimini, çağdaş üretim araçları ve gelişkin silah yapım sürecini kaçırmıştı. Sermaye birikimini ve onun yatırıma dönüşmesinin ilerleme getireceğini görememişti.
Gerilemeye ve yoksullaşmaya gösterilen tepkilere karşı Mutlakiyetçi Osmanlı Devleti yarı monarşik yönetim sistemine dönüşmeyi denemiş, II. Abdülhamit 1876’da Padişah olduktan hemen sonra I.Meşrutiyet ilan edilmişti.
Midilli’de Osmanlının Gümrük Binası. 1900’ler
Yeni sisteme göre kurulan Meclisi Mebusanı (Millet Meclisi) oluşturmak için yapılan seçimlerde, “Vatan Şairi, Hürriyet Şairi” olarak tanınan, Osmanlı topraklarında çok ünlü Namık Kemal (1840-1888) Mebus (Milletvekili) seçilmiş, Kanuni Esasinin (Anayasa) hazırlayıcılarından olmuştu.
Meşrutiyetin ilanından hemen sonra çıkan Rus Savaşında (93 harbi) Osmanlı yenilip Rus Ordusu İstanbul kapılarına dayanınca
II.Abdülhamit bu yenilgiyi gerekçe göstererek Meclisi Mebusanı (Millet Meclisini) kapatmıştı.
Muhalif Mebus, ele avuca sığmayan bir aydın olan Namık Kemal’i 1879’da önce Girit’e, sonra Midilli’ye sürgüne göndermişti.
Ona Devlet sorumluluğu vererek bu heyecanlı şairi yatıştıracağını düşünmüş olmalı ki onu Midilli Adası Mutasarrıflığına (Mülki Amirliğine) tayin etti.
Bunu kabul eden ünlü şair Ada’da birçok olumlu hizmette bulundu.
Midilli’de 5 yıl kalan Namık Kemal’in son 2.5 yılı bu görevde geçti.
Namık Kemal
***
Bu sırada, genç ve yeni devlet memuru Hüseyin Hilmi yirmili yaşlardaydı. Ada’nın ileri gelenleriyle birlikte Midilli’ye yeni gelen Namık Kemal’i ziyarete gitti.
Ünlü şairle tanışan genç adam hemen Namık Kemal’in bütün eserlerini buldu, okudu, kitaplarından ve ondan çok etkilendi.
Genç Hüseyin Hilmi de zekâsı, dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla hem amirlerinin hem de Namık Kemal’in dikkatini çekiyordu.
Bu süreçte Namık Kemal tarafından, çalıştığı ofisin Tahrirat (Yazışma) Amirliğine getirildi (1881). Artık maşı 1.750 kuruştu.
İletişimin yazıyla yapıldığı, kararlarının yazıyla sabitlendiği, kayda alındığı bir dönemde yanlış anlaşılmaların önlenmesi, emirlerin doğrulukla yerine ulaşması için karşılıklı haberleşme ve bunu sağlayan bu görev çok önemliydi.
İşini layıkıyla yapan, Fransızca bilen, bilgili ve akıllı Hüseyin Hilmi, Namık Kemal tarafından hep kollanacaktı.
Bu bağlamda, Osmanlının son vakanüvisi (Devlet tarihçisi) Abrurrahman Şeref’e göre kendisine “Namık Kemal’in çömezi” deniyordu.
Bu görevde bir süre çalıştıktan sonra Namık Kemal’in önerisiyle ile, 1883’de 3.000 kuruş aylıkla Aydın Vilayetine “Mektupçu” (Önemli Devlet yazışmalarını yapan görevli) olarak atandı.
Hüseyin Hilmi Bey-Gençlik Yılları
***
Osmanlı Devleti iyi bir memur bulmuş yakasını bırakmıyordu.
O da Osmanlı bürokrasisinde adım adım yükseliyordu.
1884 yılında, “Mektupçuluk” görevi sırasında “Dördüncü dereceden Osmanlı Nişanı”yla ödüllendirildi.
Ertesi yıl, amiriAydın Valisi Naşit Paşa Suriye Valiliğine atanınca, güvenilir memuru Hüseyin Hilmi Efendi’yi de aynı kadroyla yanına aldı, Suriye Vilayetine götürdü.
Burada da çalışkanlığını ve işine olan özenini gösterdi Hüseyin Hilmi Efendi.
Bu süreçte,aynı zamandan Padişahın Suriye’deki malını mülkünü yöneten heyetin fahri üyesi oldu (1887).
***
Hüseyin Hilmi’nin başarılı bir memur olmasının önün açan Namık Kemal Midilli’deki hizmetleri sırasında mücadele ettiği kaçakçıların şikayetlerinin etkisiyle önce Rodos Mutasarrıflığına, orada da yapılan şikayetler ardından Sakız Adası’na tayin edilmişti.
Sağlığına dikkat etmeyen, çok rakı içen Namık Kemal 1888 yılında, genç yaşta, 47 yaşında, Sakız’da hayata veda etti.
Namık Kemal’in Osmanlıya kazandırdığı Hüseyin Hilmi Efendi, yaptığı başarılı hizmetlerden dolayı 35 yaşında,1890’da da Osmanlının Birinci Dereceli memuriyet kadrosunu aldı.
Altı yıl Suriye’de görevli kaldı. Her ne olduysa, “yönetimin kendisine güveni kalmadığı” gerekçesiyle 1891 yılında Memuriyetten istifa etti ve İstanbul’a döndü.
Ya gönlünü almak için ya da onun gibi çalışkan bir memuru kaybetmemek için olsa gerek istifasının hemen ardından geçici olarak Padişahın Burdur sancağındaki çiftliklerinin, ertesi yıl Bağdat’taki arazilerinin yöneticiliğine getirildi. Maaşı da artık 5.000 kuruşa yükselmişti.
Payitaht, II. Abdülhamit de onu tanımış, Devlete yararlı bir kişi olarak kabul ediyordu demek!
Midilli’de Osmanlı'nın devlet memurları
***
Hüseyin Hilmi Efendi hastalığını gerekçe göstererek Bağdat’taki görevini de bıraktı (1893).
İnce, zayıf bir vücudu vardı. Yiyip içmesini pek sevdiği halde şişmanlamazdı.
Onu yakından tanıyan ve bir süre Payitaht’ta, Saray’da görev yapan yazar Halid Ziya Uşaklıgil’den Seyhun Tunaşar’ın aktardığına göre:
“İnce, cılız vücuduna rağmen pek inatçı ve pek metin yaradılış sahibiydi. O pek ince ve pek hamuru sağlam bir çelik şerit gibiydi ki eğilir, bükülür, baş eğmeyi kabul eder fakat çatlamaz, kırılmazdı…
Kupkuru bir deri bir kemikten ibaretti. Soğuktan korkar fakat bir şişman kadar yiyip içmekten yılmazdı. Kış, yaz kat kat fanilalar içinde, türlü kalın yeleklerle soğuğa karşı sipere girerdi...
Hırkalara sarınır, başını birbiri üstüne sekiz on takke ve külah giyerek uyurdu…”
Akıllığı ve becerikliliği sık sık hastalanmasına engel olamıyordu demek!
***
O hastalanmıştı ama Devlet giderek deneyimi artan bu çalışkan ve efendi memurunun peşini bırakmıyordu.
II.Abdülhamit’in Burdur ve Bağdat’taki arazilerini başarıyla idare eden Hüseyin Hilmi Efendi, Devletin diğer yüksek memurlarının da gözüne girmişti ki 1893’de Mersin Mutasarrıflığına (Mülki Amirliğine) atandı. Ancak burada da iyi ay görev yapabildi.
O zaman Suriye Vilayeti içinde olan bugünkü Ürdün’de, meskûn olmayan Kerek yöresinde, stratejik öneminden olsa gerek bir Liva (bir tür askeri yerleşim yeri) kurulması için Payitaht’a (İstanbul’a), Babıali’ye (Sadrazamlığa) bir rapor göndermişti.
Önerisi uygun görülüp teşkilatlanma gerçekleştirildikten sonra, dört yıl görev yapacağı, yeni oluşan “Maan Sancağına” (İl- İlçe arasında bir idari birim) Mutasarrıf oldu.
Bu öngörü ileriki yıllarda doğrulanacak, 1910 yılında Kerek’te büyük bir Arap isyanı olacak ve Osmanlı bu başkaldırıyı kanlı bir şekilde bastıracaktı.
1896’da Orta Doğu’da kısa sürelerle Nablus (Filistin’de) ve Süleymaniye (Kuzey Irak’ta) Mülki Amirliklerine getirildi.
Bulunduğu yerlerde mevcut yasaları uygulayarak kurduğu düzenlerin iyi çalışması, bölgeyi iyi tanıması, yöre insanlarıyla olumlu ilişki kurması Payitaht’ta fark ediliyordu.
Rütbesi “Vezir Yardımcılığına”, maaşı 15.300 kuruşa yükseltilerek 1897’de Adana Valiliğine atandı.
Bu görevde de fazla kalamadı. Osmanlı Devleti aleyhine yapılan yayınlarla ilgili olduğuna dair deliler bulunan Avusturya’nın Mersin Konsolosunun ülkeyi terk etmesine karar verdi.
Konsolosun, onu almaya gelen birAvusturya savaş gemisi ile yurt dışına çıkarılacağı sırada Avusturya bayrağının yere düşmesi üzerine kriz çıkmıştı. Avusturya bunu devletlerine hakaret kabul edip derhal özür dilenmesini istedi.
Sessizdi, sakindi ama dik başlıydı da!
Namık Kemal’in ona aşıladığı milli duygular iliklerine işlemişti demek Midillili Valinin!
Hüseyin Hilmi, özür dilememesi üzerine görevden alındı. Yerine getirilen yardımcısı Avusturya’nın isteğini kabul etti.
***
Yine yol görünmüştü Hüseyin Hilmi Efendi’ye.
Ancak adı üst makamlarda takdirle dolaşıyordu. 1898’de bu kez Yemen’e Vali olarak gönderildi.
Arabistan yarımadası ile Afrika arasındaki Kızıldeniz ve Aden Körfezini kontrol edebilen Yemen’in, ticaret yollarının güvenliği açısından stratejik önemi vardı.
Hindistan’a, doğuya giden deniz yolunun başındaydı. Üstelik Müslümanların Kutsal topraklarının, Hicaz’ın komşusuydu.
Yemen Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı topraklarına katılmıştı ama Yemenliler hiçbir zaman bunu kabul etmemiş, tam olarak teslim olmamıştı. Direniş sürüyordu.
Hüseyin Hilmi Efendi’den, Yemen’de İmam Mamut Yahya adlı önderin çıkardığı isyanı bastırması isteniyordu.
Yemen’e Vali olarak gönderilirken ona “paşalık” unvanı da verilmişti (13 Mayıs 1899).
Artık Hüseyin Hilmi Paşaydı, Midilli’nin akıllı çocuğu!
Yemen’de Osmanlı Jandarması - 1911
II. Abdülhamit stratejik bir yer olarak gördüğü Yemeni bırakmak istemiyordu. İsyana karşı halkı yanına çekmek için tüm Osmanlı memurlarınınYemenliler gibi başlarına sarık sarmasını ve şalvar/etek giymesini emretmişti.
Sanki Yemen’deki ayrılıkçı hareket işgalci görülen Osmanlı memurlarının kıyafet değiştirmesiyle engellenecekti!
Buyruk, memurlar arasında gülümsemeyle karşılansa, bazı itirazlar olsa da yerine getirildi.
Osmanlı binlerce şehit vermesine rağmen sonuna kadar Yemen’i elde tutmaya çalıştı.
Yemen’deki çarpışmalarda ölen Osmanlı askerleri; Anadolu, Rumeli çocukları için yakılan bir ağıt onlarca yıldır dillerden düşmüyor:
“Havada bulut yok bu ne dumandır?
Mahlede ölen yok bu ne figandır?
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Ana Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir?”
II.Abdülhamit
***
Yemen Valisi olarak 3 yıl görev yapan Hüseyin Hilmi Paşa görevden aldığı, onunla sorunlu olan bir kaza Kaymakamının kışkırttığı bir kişinin saldırısına uğradı.
Üstüne kurşun sıkıldı. Göğsünden ağır yaralandı. Bir kurşun Paşa’nın ölümüne dek vücudunda kaldı.
Uzun süre görev yapamayan Paşa, bu olaydan sonra Yemen’deki görevinden ayrıldı (Kasım 1902), yeni kurulan Rumeli Genel Müfettişliğine getirildi (Aralık 1902).
Yabancı, Rusya ve Avusturya denetiminde bir tür özerk yönetim anlamına gelen Rumeli’deki görevin başarıyla üstünden geldi Hüseyin Hilmi Paşa.
Günde 17 saat çalışıyordu. Devlette rüşvet ve görevi kötüye kullanmayı önledi. Adaletli davranışı çok takdir topladı. “Görev ve sorumluluk” bilincini tüm memurlara aşılamıştı.
Farklı din, dile sahip birçok halkın bir arada yaşadığı ve ayrılıkçı akımların yükseldiği Osmanlının Manastır, Kosova, Selanik vilayetlerini kapsayan Makedonya’da iyi işleyen bir yönetim kurmuştu.
Gayet iyi Fransızca bilmesine rağmen yabancılarla ilişkisinde hep Türk dili ve duygularını öne çıkarırdı.
Ödül olarak Devlet nezdinde ödeneği 30.000 kuruştan 50.000 kuruşa arttırıldı.
“O” artık her yerde büyük bir devlet adamı, çok nitelikli bir yönetici olarak görülüyordu.
****
İttihat ve Terakki'nin önderlerinden Talat Paşa
Bu süreçte Osmanlı Devleti’nde, önce gizli bir örgüt olarak ortaya çıkan, sonradan partileşen yeni bir siyasal güç boy gösteriyordu: “İttihat ve Terakki”ydi (Birlik ve İlerleme) bu.
Hüseyin Hilmi Paşa, Padişah II. Abdülhamit’e sadık olduğu ve onun güvenini kazandığı gibi muhalif İttihatçılarla da iyi geçindi.
Doğru bildiği konularda kesin kararlı olmasıyla birlikte gerektiğinde uzlaşabiliyordu.
Bununla beraber Balkanlarda dağa çıkan İttihatçı Kolağası (Yüzbaşı) Resneli Niyazi’nin başlattığı ve II. Meşrutiyete yol açan ayaklanmayı duyunca II.Abdülhamit söylentiye göre, Hüseyin Hilmi Paşa’ya: “Kim bu İttihatçılar” diye sormuş, Paşa: “Benden gayrı herkes” diye cevap vermişti!
İttihatçılık Selanik, İstanbul sokaklarından dağlara kadar ulaşmıştı.
Resneli Niyazi ve ünlü geyiği
Arnavut kökenli bir asker olan Resneli Niyazi ilginç bir kişilikti.
Onunla ilgili bazı durumlar günümüz popüler kültüründe de yaşıyor.
Dağlarda ve kentlerde askeri birliğiyle dolaşırken yanında, kırlarda bulduğu bir geyiği de dolaştırmasının, onunla söyleşmesinin “Geyik muhabbeti” deyiminin kaynağı olduğu söylenir.
Arnavutluk’un Avlonya limanından İstanbul’a gelmek için gemiye bineceği zaman, limanda çıkan kargaşada nedeni bilinmeyen bir şekilde, kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürüldüğünden, bu duruma yakıştırılan “Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi" deyimi de Resneli Niyazi ile ilgilidir!
***
İttihat ve Terakki Cemiyeti/Partisi Osmanlı ülkesinde gittikçe yükselen, iktidar isteyen, millici, güçlü bir siyasal harekete dönüşüyordu.
Onun yönettiği huzursuzluklar sonucunda 23 Temmuz 1908’de, II.Abdülhamit Meşrutiyet’i ikinci kez ilan etmek zorunda kalınca Rumeli Genel Valiliği kaldırıldı ve Hüseyin Hilmi Paşa’nın Makedonya’daki görevi sona erdi.
Art arda gelen Hükümet krizlerinden sonuncusunda Sadrazam Sait Paşa’nın istifasıyla yeni kurulan hükümetin başına Kâmil Paşa gelince, Hüseyin Hilmi Paşa Rumeli’den İstanbul’a döndü.
Uzun boylu, güzel kır sakallı Midillili Paşa Şişli’deki alımlı köşküne çekildi.
II.Abdülhamit saltanatında 6 kez Sadrazam olmuş Kamil Paşa
***
II.Meşrutiyetin gereği 1908’in Kasım-Aralık ayında yapılan Genel Seçimleri ve Meclisi Mebusandaki (Millet Meclisi) çoğunluğu İttihatçılar kazanmıştı.
Hüseyin Hilmi Paşa önce, önerilen Dahiliye Nazırlığını (İç İşleri Bakanlığı) kabul etmese de arasının kötü olmadığı İttihatçıların ısrarı üzerine bu görevi üstlendi (27 Kasım 1908).
Padişah II:Abdülhamit’in de onayladığı, itiraz etmediği bir Devlet Adamıydı “o”.
İstikrarın pamuk ipliğine bağlı olduğu bu ortamda Padişah ve güçlü İttihat ve Terakki yöneticileri arasında dengeyi buluyor, iki tarafı da gayet iyi idare ediyordu.
Üstelik Rumeli’deki başarıları üzerine Hüseyin Hilmi Paşa İstanbul’da ve ülkede artık büyük bir şöhrete sahipti.
Ancak ısrar sonucu içinde yer aldığı Hükümette, İngiltere yanlısı olarak bilinen ve defalarca Sadrazam olmuş Kâmil Paşayla, İttihatçılar gibi birçok konuda anlaşamadı.
Harbiye ve Bahriye Nazırlarının (Bakanlarının) görevden alınmasını Meşrutiyet Kurallarına aykırı bulup istifa etti.Diğer Nazırlar da onu izleyince Kâmil Paşa Hükümeti düştü.
Bu politik gelişmelerin ardından, İttihatçıların desteğiyle, başarıları bilinen Hüseyin Hilmi Paşa Sadrazamlığa (Başbakanlığa) getirildi (14 Şubat 1909). Dahiliye Nazırlığı da ona bağlandı.
Padişahın da İtthatçıların da itiraz etmediği, her kesimin üzerinde anlaşabildiği, yumuşak ilişkilerle Devleti yöneteceğine inanılan bir isimdi.
Oysa öyle olmadı!
Meclisi Mebusan’da (Millet Meclisinde) çoğunluk İttihat ve Terakkinin elindeydi. Hüseyin Hilmi Paşayı da Sadrazam onlar yapmıştı. Paşa’nın onların sözünden dışarı çıkmamasını istiyorlardı.
Yani davul Paşa’nın tokmak İttihatçıların elinde olmalıydı!
Oysa Osmanlı ülkesinde politik ortam çok gergindi.
Devlet çökerken her yanda huzursuzluk almış başını gidiyordu.
Hüseyin Hilmi Paşa, bir yandan İttihatçıların öte yandan İttihatçılara karşı olanların baskısı altında köklü işler yapamıyordu
Sadrazam oluşundan bir ay sonra, Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından biri, 31 Mart Vakası yaşandı (13 Nisan 1909).
***
31 Mart - 13 Nisan Ayaklanması - 1909
O günlerin İstanbul’da yayınlanan İkdam Gazetesi: “Askerlerin siyasetle ilgilenmesinin önlenmesini isteyen bir askeri karar olduğu için başkaldırının yayıldığı” iddialarını Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’ya iletenlere Paşa’nın: ‘Meşrutiyet dilimin ucundadır. Dilim düşünce meşrutiyet de gider’’, dediğini ileri sürer.
“Hem II.Abdülhamit’e hem de İttihatçılara karşı olan bazı küçük rütbeli subayların ve softaların öncülük ettiği, “din kisvesi” altındaki isyan yayılınca ok yaydan çıktı”.
“Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın da görevden alınmasını isteyen kitle İstanbul’u kana buladı.” Cinayetler sokaklara taştı.
Durumu ümitsiz gören Sadrazam Paşa isyanın ilk günü öğleden sonra Yıldız Sarayına giderek Padişah II. Abdülhamit’e istifasını sundu.
İsyancılar onun da kellesini istiyordu!
Harekat Ordusu İstanbul’a giriyor: Pankartta “Yaşasın Anayasa" yazıyor
M.Emin Çaycı’ya göre, II.Abdülhamit hatıralarında: “Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile arkadaşları çabuk davransalar ve tereddüt etmeselerdi, 31 Mart Vakasının bir saatten çok devam edemeyeceğini, belki de hiç olmayacağını”, Hüseyin Hilmi Paşa Hükümetinin “yangın bacayı sardıktan sonra istifa ettiğini”, yazıyor.
Paşa’ya benzer suçlamalar sonra da yapıldı. Neye evrileceği belli olmayan bu ayaklanmada, böyle karmaşık bir ortamda Sadrazam herhalde başta bulunmak istememişti.
Başkaldırının da dayandığı geniş bir kitle vardı.!
Paşa’nın 31 Mart ayaklanmasında “büyük ellerin” etkisi olduğunu söylediği, söylenir.
Doğan Avcıoğlu’nun aktardığı bazı yorumlara göre: “31 Mart olayı Osmanlı Devleti içindeki İngiltere yandaşları ile Almanya yandaşları arasında Osmanlı Devleti üzerine yapılan bir bilek güreşiydi.”
İstifa eden Hüseyin Hilmi Paşa belki de böyle bir çekişmenin ortasında kalmak istememişti. Sadrazamlığı böylece1 ay 27 gün sürdü.
Yerine Ahmet Tevfik Paşa Sadrazam oldu.
Harekât Ordusu Komutanları ve Kolağası (Yüzbaşı Mustafa Kemal
***
13 gün süren isyan sırasında Hüseyin Hilmi Paşa dostu Yusuf Razi Beyin evinde saklandı. Yusuf Razi, birçok yerde valilik yapmış Giritli Sırrı Paşa’nın oğluydu.
Paşa’nın yalnız Yusuf Razi Beyin evinde değil, evden eve geçerek isyancılardan saklandığı, Hatta II. Abdülhamit’in onu, herhalde korumak için arattığı ancak bulduramadığı söylenir.
Ardından, Kurmay Başkanı Kolağası (Yüzbaşı) Mustafa Kemal’in olduğu, Mahmut Şevket Paşa komutasında Selanik’ten yola çıkan Harekât Ordusunun İstanbul’a girmesiyle isyan bastırıldı.
II. Abdülhamit’in bugünkü bazı taraftarları dahi; “Hüseyin Hilmi Paşa’nın 31 Mart isyancıların üzerine gitmemesinin, İttihatçılara gizli bir sempati duyması yüzünden olduğunu, isyanı bastırmak için Harekât Ordusunun Payitahta yürümesinin önünü açtığını, bunun da Padişahın azline neden olduğunu, Hüseyin Hilmi Paşa’nın II. Abdülhamit’e ihanet ettiğini ileri sürüyor.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın bu kritik durumda, 31 Mart Vakasındaki tutumunun nedeni konusundaki tartışmalar hala sürüyor.
Bu olaylardan sonra artık hiçbir gücü kalmamış II. Abdülhamit tahttan indirildi.Yerine V. Mehmet (Sultan Reşat) tahta çıktı (27 Nisan 1909).
Öyle veya böyle, bu bir dönemin sonuydu.
Padişah V. Mehmet-Sultan Reşat
***
Artık iktidar tamamen İttihat ve Terakkinin elindeydi.
Hükümette bulunan Sadrazam Tevfik Paşa da siyasal ve askeri gücü elinde tutan İttihatçılarla anlaşamayınca istifa etti.
Ancak İttihatçıların bu büyük ve sorunlu Devleti yönetecek tecrübesi, yetişmiş elemanı yoktu. En sözü geçeni Talat Paşa Selanik Posta Müdürlüğünden gelmeydi.
İstifa eden Sadrazam Tevfik Paşa’nın yerine daha önce de bu göreve getirilmiş, deneyimli, İttihatçılarla iyi geçinen, belki de II. Abdülhamit’in düşmesine yardımcı olduğu düşünülen Hüseyin Hilmi Paşa yeniden Sadrazam oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumi Heyeti
Osmanlı, Devleti, yönetmesi için tekrar tecrübeli Midillili Paşa’ya baş vurmuştu.
Ama politika kazanı kaynamaya, her kafadan bir ses çıkmaya devam ediyordu.
İttihatçıların Hükümete yaptığı müdahaleler, 31 Mart İsyanını bastıran küçük subayların galibiyet aşırılıkları artıp durdu.
Ülke artık yönetilemiyordu!
Bu düzensiz ortamda sıkıntılar giderek artıyordu.
Dicle ve Fırat nehirlerinde, Osmanlıya da sağlanan çıkarlar karşısında İngilizlere gemi işletmeleri için imtiyaz verilmesi kararı Meclisi Mebusanda (Millet Meclisi) tartışmalara yol açınca, irade kullanamadığını düşünen Hüseyin Hilmi Paşa Padişah Sultan Reşat’a istifasını sundu.
Padişah da ona “kal, devam et” demedi!
Daha önce Meclis’ten güven oyu almasına rağmen Paşa’nın bu kararı içte ve dışta şaşkınlıkla karşılandı.
Politik olumsuzluklar ortamında iktidarını sürdürmekte ısrar etmiyordu, “illaki Sadrazam olacağım demiyordu” deneyimli Devlet Adamı (28 Aralık 1909).
Bu seferki, ikinci Sadrazamlığı da kısa, 7 ay 24 gün sürmüştü.
İki kez sadrazam olan Hüseyin Hilmi Paşa
***
Sadrazamlık yaptığı dönemlerde Hüseyin Hilmi Paşa’nın doğduğu Midilli Adası’nı unutmadığı anlaşılıyor.
Kimse aslını inkâr etmemeli!
“O” bir Ege çocuğuydu!
Hatta, Midilli doğumlu olmasını vurgulayan siyasal karşıtları, bir ara onun Rum kökenli olduğu konusunda aslı astarı olmayan iddialar ortaya atmıştı.
Midilli Türklerinin bir atasözü vardır: “Alımlı koça çan takarlar!”
Sübyan okuluna gittiği, ergenliğe erdiği, ilk gençliğinin geçtiği Şariya/ Sarlıca/Thermi çevresi, o müthiş fırtınalı hayatında Hüseyin Hilmi Paşa’nın dinginliği aradığı yer olmalı.
Belki arada sırada kaçıp bırakıyordu kendini ılıcanın sıcak sularına!
Sarlıca’nın sıcak, Ege Denizinin serin sularında serpilmişti o!
Midilli - Thermi - Loutropolis - Sarlıca, bugün
Zeytin ağaçlarının koyu yeşil yaprakları hiç gitmemişti belki gözlerinin önünden!
Midillili hemşerileri de muhakkak onur duymuştu ondan!
Suriye’de, Adana’da, Yemen’de, Makedonya’da, İstanbul’da ne kadar çok faydası olmuştu Devlete ve insanlarına.
“Bir şeyler yapmalıyım Midilli’deki kendi köyüm için”, diye düşünmüş olmalıydı!
Tabii ki soyu sopu oradaydı.
Doğduğu Şiryane’nin bağlı olduğu Sarlıca/Thermi ve çevresi doğal zenginliğiyle, Ada’ya kalıcı bir şeyler yapmak için ona olanak sunuyordu.
Burada çok eski zamanlardan beri insanlara şifa veren bir ılıca vardı.
Zaten “Thermi”sözcüğü Yunanca/Helence sıcaklıkla ilgiliydi.
Ilıcanın suları kükürtlü olmalıdır ki adalı Türkler buraya “Sarı Ilıca, Sarlıca” demiş. Suyunun sıcaklığı 43 dereceymiş. Tedavide hemen kıyısındaki deniz suyu da kullanılıyormuş.
Burada görkemli bir Otel-Kaplıca yapmak muhtemelen Hüseyin Hilmi Paşa’nın fikriydi. Ya da ona gelen böyle bir teklif hoşuna gitmişti.
Midilli - Sarlıca Kaplıcası - 1900’lerin başı
Öyleyse, böylece köyüne, doğduğu topraklara büyük bir hizmet götürmüş olabilirdi Osmanlı Devleti’nin koca Sadrazamı.
Sen, Midilli adasının bir köyünden kalk, öyle zorlu eğitimlerden geç, zekân, yeteneğin, bilginle ulu Osmanlı Devleti’nin güvenini kazan, İmparatorluğun dört köşesinde hizmet et, Padişahtan sonra Devletin başına geçen en etkili kişi ol, gel de kendi köyüne bir şey yapma!
Hem de Devletin parasıyla değil, kendi kaynaklarınla!
(Midilli - Thermi - Sarlıca Kaplıcası 1900’lerin başı
***
Sarlıca’ya görkemli bir otel-kaplıca yapma işini Hüseyin Hilmi Paşa’nın tüccar babası Molla Mustafa ve bir arkadaşı, Hasan Efendi’nin üstlendiği bildirilir. Bazı kaynaklar Hasan Efendi’nin Hilmi Paşa’nın kardeşi olduğunu söyler.
Öyle ya da böyle bu durumdan muhakkak ki Paşa haberdardı ve gelişmeleri izliyordu.
Bu sırada Payitahttan Midilli’ye gidip geldiği bilinmez!
Ancak oldukça maliyetli bu yatırıma Osmanlının Midillili koca Sadrazamı şahsen katkıda bulunuyor, destekliyor olmalıydı.
Otel-Kaplıcanın tasarımını Osmanlı unsurlarıyla yerel özellikleri birleştirerek uygulayan Fransız mimarlar yapmıştı.
Yeşillikler içinde rüya gibi bir yapı çıkmıştı ortaya.
19.164 m2 olan kapalı otel alanı 23.500 m2 arazi üzerine yerleştirilmişti.
İnşaatına Hüseyin Hilmi Paşa’nın Payitahtta çok etkili olduğu1909 yılında başlanmıştı.
Kaplıca binasının yanına Hüseyin Hilmi Paşa için tek katlı bir konukevi yapıldığı, Paşa’nın bu dinlence yerini ölümüne kadar kullandığı kaydedilir.
Sarlıca Kaplıcası 1 Mayıs 1910’da hizmete açıldı.
Konuklara davetiye olarak yerel gazete “Sapinks=Trompet”de yayınlanmış otelin şöyle bir ilanı vardı:
"Thermi'de yeni inşa edilen Mega (Büyük) otel kapılarını 1 Mayıs'ta halka açıyor.
Havadar ve güneşli odalar, mükemmel mobilyalar, bol temiz ve sağlıklı yemekler, güler yüzlü hizmet, rakipsiz fiyatlar.
Deniz ve yemyeşil dağ manzarası. Muhteşem konum.
Bu harika otel, kesinlikle Dünyanın sağlık merkezi olacak.
Çünkü Thermi'nin muhteşem sıcak suları kaynakta 50°, kullanımda 43° sıcaklıkta.
Sarlıca Kaplıcası sularının “romatizma, anemi, kronik rahim akıntısı, karaciğer ve mesaneden taş dökülmesi, artrit” gibi hastalıklara iyi geldiğini doktorlar bildiriyor.”
Midilli - Thermi - Sarlıca Kaplıcasının harap hali - Günümüz
***
Açıldıktan sonra Otel/Kaplıca müşterilerle dolup taştı.
Üç katlı yapısı, geniş bahçesi, şarklı havası, kusursuz hizmetiyle İzmirli Levantenlerin, İstanbullu ve Atinalı zengin Yunanlıların gözde konaklama yeri oldu. Tabii Adalı ve Anadolu’dan gelen varsıl Türklerin ve Rumların da.
Konuklarına yalnızca dinlenme ve sıcak su terapisi hizmeti sunmakla kalmadı, aynı zamanda seçkin bir yaşama ortamı sağladı Sarlıca Kaplıcası.
En parlak yıllarında prenslere, krallara, siyasetçilere, edebiyatçılara, sanat adamlarına ev sahipliği yaptı.
En parlak zamanında Sarlıca Otelin konukları
Yakınında eski Midilli Mutasarrıflarından Faik Beyin misafirhanesinin de bulunmasının yanı sıra daha sonra ünlü konukları da ağırladı.
Balkan Savaşı sonunda Midilli Adası’nın Yunanistan’ın eline geçmesinin ardından,1923 Mübadelesinden sonra Sarlıca Kaplıcası Yunan Devletine, 1925 yılında ise Yunanistan Merkez Bankası'na devredildi.
Eleftherios Venizelos, George Papandreou, Stratis Myrivilis, Elia Kazan, Andreas Papandreou gibi tanınmış politikacı, edebiyatçı, sinemacı misafirleri oldu.
Ardından, Dünya ve Avrupa çapında ünlenen Sarlıca’nın mülkiyeti elden ele dolaştı.
Ağustos 1933'te Yunanistan’ın bir Emeklilik Kurumu tarafından satın alındı.
Ancak masraf olur diye, Otelin yüksek niteliğini korumak için hiçbir yatırım, yenileşme yapılmadı.
Bu süreçte işletme etkinliğini sürdürdü ama eski havasını yavaş yavaş kaybetti, söndü.
1982’de tamamen kapandı.
Midilli - Thermi - Sarlıca Kaplıcası, Giriş - Günümüz
****
Midilli Adası’nın çarpıcı güzellikteki Sarlıca Kaplıcasının inşa edildiği süreçte Payitahtta/İstanbul’da işler çok karışıktı.
Hüseyin Hilmi Paşa Sadrazamlıktan ayrılmıştı ama yine Devletin içindeydi.
II.Meşrutiyetle kararlaştırılmış, halk tarafından seçilmiş “Meclisi Mebusan” (Millet Meclisi) ve Padişah tarafından tayin edilmiş kişilerden oluşan“Ayanlar (İleri Gelenler) Meclisi”nin meydana getirdiği “Meclisi Umumi”de Hüseyin Hilmi Paşa, Padişah Sultan Reşat tarafından atanmış bir Ayan olarak görev yaptı.
Bu süreçte Avrupa’yı gezdi. Rusya’ya bağlı bir Türk ülkesi olan Tataristan’ın en büyük kenti Kazan’ı ziyaret etti (15 Nisan 1910). Bu gezisi büyük ses getirdi.
Bu süreçte Osmanlı Devleti birçok sorun içinde bocalıyordu.
Ülke siyaseti, Meclisi Mebusanda (Millet Meclisi) ağırlığı olan İttihatçılarla Padişah yanlıları ve muhafazakârlar arasındaki mücadele ile şekilleniyordu.
Seçmenin baskı gördüğü iddiasıyla “sopalı seçim” olarak anılan, Şubat 1912’de Osmanlı ülkesinde yapılan genel seçimlerde İttihatçıların Meclisi Mebusanda çoğunluğu ele geçirmesi yeni bir otoriter durumun ortaya çıkmasını doğuruyordu.
Parasal borçlar, ayrılıkçı hareketler ve Kuzey Afrika’da İtalyanların Trablusgarp’ı (Libya’yı) işgali, Osmanlı Devleti’ni içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklüyordu.
Çare olsun diye 12 Temmuz 1912’de Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından kurulan yeni Hükümette Hüseyin Hilmi Paşa “Adliye Nazırlığı” (Adalet Bakanı) verildi.
Bu sancılı yıllarda Osmanlı Devleti dönüp dolaşıyor Midillili Paşa’ya görev veriyordu.
Hüseyin Hilmi Paşa Tataristan - Kazan’da, 15.04.1910
****
Daha önce iki kez Sadrazamlık yapmış deneyimli bir devlet adamı olarak Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikincil bir makam gibi görünen “Nazırlığı”(Bakanlığı) kabul etmesi dikkat çekicidir.
Sorumluluk bilinci, alçak gönüllülük, çevresinin ısrarı, Devlet Adamlığı?
İttihatçıların durmadan kabineyi sıkıştırmaları üzerine Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa’nın da yardımıyla, yetkisini kullanarak Meclisi Mebusanı dağıttı (4 Ağustos 1912).
Bu durumu kendilerine yönelik bir olay olarak gören İttihatçılar, kabinede sözü geçen Hüseyin Hilmi Paşayı suçladılar. Hükümetin yanlışlarından onu sorumlu tuttular.
Ancak bu iç ve dış karışıklıklar, sonunda kötü meyvesini verdi.
8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı çıktı.
Hüseyin Hilmi Paşa artık hükümette kalmanın gerekli olmadığını görmüş olmalı ki istifa etti. İşler iyice sarpa sarmıştı.
Rumeli Müfettişliğinde bulunmuş, Balkanları iyi bilen Paşa kaçınılmaz sonu görmüş olmalıydı.
Yapacağı bir şey kalmamıştı, diye düşündü herhalde. Belki de savaşın olası kötü sonuçlarından sorumlu olmak istemiyordu. 57 yaşındaydı.
Belki de tarihte adları pek geçmeyen kendisine çok yakın arkadaşlarının etkisiyle almıştı bu kararı!
İsteği üzerine, 20.000 kuruş aylık ve 21.000 kuruş özel ödenekle Viyana’ya sefir (elçi) olarak tayin edildi (28 Ekim 1912).
İki yıl sonra da Balkanlar paramparça oldu.
Osmanlı yenilmişti. Evladı Fatihan’ın (Balkan Fethi Çocuklarının) yaşadığı koca topraklar kaybedilmişti.
Midilli, Paşa’nın Adası da!
Balkan Savaşı'nda Osmanlı Ordusu
***
Hüseyin Hilmi Paşa’nın, Avusturya Macaristan İmparatorluğunun merkezi Viyana’ya sefir (elçi) olarak atanmasından nerdeyse iki yıl sonra ‘28 Temmuz 2014’de I.Dünya Savaşı patlak verdi.
Avrupalı Emperyalist Devletlerin paylaşım savaşının başlamasına, Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand ve eşi Sophie'nin Saraybosna’da düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmeleri neden oldu.
Almanya ve Avusturya-Macaristan’la ittifak yapan Osmanlı bütün cephelerde savaşa girdi.
Halk “seferberlik ilan edildi”, diyordu buna.
Hüseyin Hilmi Paşa, Devlete bağlılığından olsa gerek Osmanlının savaşa girmesini destekledi.
Bu sırada Hilal-i Ahmer (Kızılay) savaşta ihtiyaç duyulan malzemeleri Avrupa’daki müttefik ülkelerden yardım olarak temin etmek için şubeler açıyordu.
Hüseyin Hilmi Paşa bu savaş ortamında boş durmadı. Viyana’daki Başkanı da olduğu Hilal-Ahmer yararına Avrupa’nın birçok kentinde konserler, müsamereler düzenledi, fotoğraf sergileri açtı.
Viyana’da Hilal’i Ahmer yararına yapılan bir konser programı ve davetiyesi
Eşi Fatma Zehra Hanım1916 yılında Viyana’da açılan Hanımlar Merkezi eliyle yardım topladı.
Galiçya (Kuzey Romanya) cephesinde yaralanan Türk askerlerinin Avusturya’da tedavi edilmesi için çalıştı.
Bu girişimler büyük beğeni kazandı.
Ancak bu kanlı savaş müttefiklerinin ve Osmanlının ağır yenilgisiyle sonuçlandı (11 Kasım 1918).
I.Dünya Savaşında Osmanlı Askerleri-1912
****
Savaş bitmişti ama, bu savaş ortamının yarattığı sağlıksız koşullar nedeniyle olsa gerek Avrupa/Dünya’nın üstüne yeni bir musibet çöktü.
“İspanyol Gribi” denilen “H1N1”, bir tür “Domuz Gribi” virüsünün neden olduğu salgın hastalık insanları kırdı geçirdi. Özellikle çocuk, genç ve yaşlılar bu virüse direnemedi.
1918-1920 yılları arasında, 18 ayda 50 milyon kişi bu virüsten öldü.
Ölenler arasında Hüseyin Hilmi Paşa’nın İsviçre’de öğrenim gören iki oğlu da vardı.
23 yaşındaki Ömer Adil ve 21 Yaşındaki Osman Şevket bu hastalığa yakalandı. 2 ve 18 Temmuz günleri, art arda hayata veda etti.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın acı günleri ile ilgili haberler
Naaşları İstanbul’a gönderildi ve Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergâhına defnedildi.
Hüseyin Hilmi Paşa ve eşi Fatma Zehra Hanım için ne büyük acıydı bu!
Savaş bitip Osmanlı Elçilikleri kapatılıncaya kadar Viyana’da “sefirlik” görevini sürdürdü Midillili Paşa.
“Mütareke”den (ateşkes anlaşmasından) sonra, İttihatçı olduğu gerekçesiyle tutuklanacağından çekindiğinden, İstanbul’a dönmeyerek ailesiyle birlikte Viyana yakınlarında bir köşkte yaşadı.
Oysa, siyasal yaşamında uyguladığı denge politikaları içeren Devlet adamlığıyla ne İttihatçılar, ne Padişahlar ne de Kuvayı Milliciler onu tam olarak benimsemişti.
Emperyalist Devletlerin de onu sevdiği söylenemezdi.
Sonunda Viyana’da kendi kendini sürgün etmişti!
Anadolu’nun işgalini, Emperyalizme karşı Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki “Kutsal İsyanı”, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılışını, Kurtuluş Savaşını ve 26 Ağustos 1922’deki Büyük Zaferi uzaktan seyretti.
Yaşlı ve hastaydı.
Bu olaylar sırasında yaptığı herhangi bir davranışı ulaşabildiğim kayıtlarda yok!
***
Avrupa’da iki oğlunun beklenmedik ölümünden sonra Hüseyin Hilmi Paşa kızı Ayşe Aliye Hanımı yanından ayırmadı.
Kızını yine bir Hariciyeci olan Selahaddin Nusret Beyle (Aral) evlendirdi.
Torunu Avniye Nazife burada, Viyana’da doğdu (5 Eylül 1921).
Hüseyin Hilmi Paşa, torununu fazla sevemeden 3 Nisan 1923’de, 68 yaşında Viyana’da vefat etti.
Bu kadar fırtınalı hayata bedeni dayanamamıştı sonunda, Ege denizi kıyısında, Midilli’nin, Sarlıca’nın sokaklarında büyümüş Paşa’nın!
Yıllarca hizmet ettiği Osmanlı Saltanatının, Kurtuluş Savaşının bitimiyle Mustafa Kemal Paşa’nın iradesi ve Ankara’daki Büyük Millet Meclisinin kararıyla 1 Kasım 1922’de kaldırılmasını görmüş, ömrü 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilanına yetişememişti.
Cenazesi İstanbul’a getirilerek Beşiktaş’ta oğullarının yanına gömüldü.
***
Ölümünden sonra Paşa’nın, ailesi İstanbul’a döndü
1937’de yıkılıp yerine çirkin bir apartman yapılıncaya kadar ayakta kalan Hüseyin Hilmi Paşa’nın Şişli’deki görkemli köşkü muhtemelen artık onların değildi!
Aile fertleri yaşamlarını bir şekilde sürdürdüler.
Paşa’nın bir diğer oğlu Kemal Hilmi annesi ve kız kardeşiyle birlikte İstanbul’a dönmüş, “Yeni İstanbul” gazetesinin müdürlüğünü yapmış, 1951 yılında vefat etmişti.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın Midillilik ve adalılık duygusu aile içinde öyle derin olmalıydı ki oğlu Kemal Hilmi soyadı olarak babasının doğduğu yerin adını, “SARLICA”yı almıştı.
***
Damadı Selahaddin Nusret Aral, bir Cumhuriyet Hariciyecisi olarak, tesadüf mü bilinmez, kayınpederinin adası Midilli’ye gönderildi, bir süre orada görev yaptı.
Kızı, Hüseyin Hilmi Paşa’nın torunu Nazife Aral, annesi Ayşe Aliye’den aldığı ilk müzik eğitimini geliştirdi ve yeteneğiyle Türkiye’nin ilk kadın bestecilerinden biri oldu.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın torunu, Çağdaş Türk Müziği bestecisi Nazife Güran
Klasik Batı Müziği bağlamında 1000 kadar eser besteledi.
1952’de Dr.İ.Yılmaz Güran’la evlendi, bir oğlu dünyaya geldi.
Ankara-Çankaya’da oturduğu sokağa, Nazife (Aral) Güran’a izafeten “Bestekar Sokak” adı verildi.
Bu sokak Ankara’nın en bilinen, kültürel mekanlarla dolu elit sokaklarındandır. Ünlü Kuğulu Park’a çıkar.
Nereden nereye!
Ankara Kavaklıdere- Bestekar Sokak
***
İşte böyle dalgalı bir hayatın sahibiydi Ege Denizinin, zeytinli toprakların çocuğu Hüseyin Hilmi Paşa.
Koskoca Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecine tanıklık etti. O dönemde Devlette çok önemli sorumluluklar aldı.
Lübnan doğumlu Türkiyatçı Prof.Paul Dumont’a göre Paşa: “Osmanlı Devleti bürokrasisinin en aydın temsilcilerinden biriydi.”
Kısa süren Sadrazamlık dönemlerinde sadece politik değil, bilgece davranışlarla görev yaptı.
Ağırbaşlı, iyi huylu, insanlara saygılı, güler yüzlüydü.
Eğitimi çok üst seviye olmamasına rağmen çalışkan, dürüst, titiz, çok iyi Türkçe konuşan bir kişiydi.
Kimileri kısa süren Sadrazamlık dönemlerinde başarılı olmadığını iddia etse de ölüm sancıları yaşayan Osmanlı Devleti’nin bir süre daha ayakta kalmasında payı oldu. Vatanı için elinden geleni yaptı.
Devlet içindeki büyük siyasal güçler arasındaki çekişmelerde dengeli olmaya çalışması, belki onun bazı konularda tereddütlü davranması olarak algılandı.
Köpek balıklarının, sırtlanların cirit attığı ortamda akarsuyun yokuş yukarı akmayacağını gördü, çekildi.
Belki de bu sürecin daha az acıyla geçmesini sağladı.
Binlerce yıllık kültürü özümsemiş Ege Denizi kıyısında, Midilli Adası’nda doğan bir çocuğun, küçük bir köyden çıkıp o zamanın koskoca devletini, düzgün bir kişilikle, hatasıyla sevabıyla yönetmesi, kayda ve anmaya değer.
Ne yaratıcı bu topraklar ve insanları!
(Kaynak https:/// https:/// Mahir Aydın (1998): Hüseyin Hilmi Paşa-İslam Ansiklopedisi /// Seyhun Tunaşar (2003): Dört Mason Sadrazam (I) /// Muhammet Emin Çaycı (2009): Osmanlı Basınında 31 Mart Olayı/// Abdullah Özdağ (2014)-Son Sadrazamlardan Hüseyin Hilmi Paşa’nın Hayatı ve Faaliyetleri (1855-1923)///İbrahim Oğuz (2015): Midilli Adasında Osmanlı Vakıflarının Tasfiye Süreci///Muttalip Şimşek (2022): Hilal-i Ahmer Cemiyeti Viyana Hanımlar Merkezi ve Faaliyetleri ///Midillili yazar Stratis Balaskas’ın ilettiği bilgiler ve fotoğraflar)
Sefa Taşkın
08.06.2023
Karşıyaka-İzmir